“Ve Allah’ın âyetleri sana indirildikten sonra,
sakın Seni (onlardan) alıkoymasınlar; artık Rabbine da‘vet et;
ve sakın müşriklerden olma!”
(Kasas sûresi, 87)
Âyet-i kerîmenin tamamının anlamı şöyledir:
“Allah’ın âyetleri sana indirildikten sonra,
o inkârcılar seni tebliğden alıkoymasın.
Sen Rabbine çağır, sakın Allah’a ortak koşanlardan olma!..”
(Nahl sûresi, 125)
Ebû Hüreyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre,
Resûlullah (ﷺ) şöyle buyurdu:
“İnsanları doğru yola çağıran kimseye,
kendisine uyanların sevabı gibi sevap verilir.
Ona uyanların sevaplarından da hiçbir şey eksilmez.
Başkalarını sapıklığa çağıran kimseye de,
kendisine uyanların günahı gibi günah verilir.
Ona uyanların günahlarından da hiçbir şey eksilmez.”
(Müslim, İlim 16.)
Ebü’l-Abbâs Sehl İbn Sa’d es-Sâidî (r.a)’den rivayet edildiğine göre,
Hayber Gazvesi gününde Resûlullah (ﷺ) şöyle buyurdu:
“Yarın sancağı, Allah’ın kendisinin eliyle fethi nasip edeceği,
Allah’ı ve Resûlü’nü seven,
Allah’ın ve Resûlü’nün de kendisini sevdiği bir kişiye vereceğim.”
Gazveye iştirak edenler,
sancağın aralarından kime verileceğini düşünüp konuşarak geceyi geçirdiler.
Sabah olunca, sancağın kendisine verileceği ümidi ile
bütün sahâbîler Resûl-i Ekrem(ﷺ)’ in huzuruna koştular.
Peygamber Efendimiz(ﷺ):
– “Ali İbni Ebû Tâlib nerede?” diye sordu.
Sahâbîler:
– Ey Allah’ın Resûlü! (ﷺ) O gözlerinden rahatsız, dediler.
Bunun üzerine Peygamberimiz(ﷺ):
– “Ona haber verecek birini gönderiniz” buyurdular.
Ali derhal getirildi.
Resûlullah (ﷺ) onun gözlerini tükürüğüyle tedavi ederek kendisine dua etti.
O kadar ki, hiç ağrısı yokmuş gibi oldu.
Peygamber(ﷺ) sancağı ona verdi. Ali:
– Ya Resûlallah(ﷺ)! Onlar da bizim gibi mü’min oluncaya kadar mı savaşacağım? dedi.
Resûl-i Ekrem(ﷺ):
“Acele etmeden, gayet sakin bir şekilde onların yanına var,
kendilerini İslâm’a davet et,
uymaları gereken ilâhî yükümlülükleri kendilerine haber ver.
Allah’a yemin ederim ki,
senin vasıtanla Allah’ın bir tek kişiye hidâyet vermesi,
senin için kırmızı develere sahip olmaktan daha hayırlıdır” buyurdu.
(Buhârî, Fezâilü’s-sahâbe 9; Müslim, Fezâliü’s-sahâbe 34)
“Maddî ve ma‘nevî herşeyde,
yardımın ve ictimâın (bir araya gelmenin) büyük kuvvet ve te’sîri vardır.
Nasıl ki birbirine mukabil tutulan iki âyinede
çok âyineler görünüyor;
kezâlik –aynı- iki-üç nükte
veya iki-üç hüsün ictimâ‘ ettikleri –birleştikleri- zaman,
pek çok nükteler, pek çok hüsünler tevellüd eder –doğar-.
Bu sırra binâendir ki, her hüsün sâhibinin
ve her bir sâhib-i kemâlin –kemâlat sahibinin-,
emsâliyle ictimâ‘ etmeye fıtrî –yaratılışından gelen- bir meyli vardır ki,
ictimâ‘ları zamânında hüsünleri –birleşince güzellikleri ve-, kemâlleri bir iken iki olur…
Hattâ bir taş taşlığıyla berâber,
kubbeli binâlarda ustanın elinden çıkar çıkmaz başını eğer,
arkadaşıyla birleşmeğe meyleder ki, sukūt –düşme- tehlikesinden kurtulsunlar.
Maalesef, insanlar
teâvün (yardımlaşma) sırrını idrâk edememişler.
Hiç olmazsa, taşlar arasındaki yardım vaziyetinden ders alsınlar!..”
(İşârâtü’l-İ‘câz, 34-3)
“İsm-i Hakem’in tecelli-i a‘zamı
(Bütün varlığı, hikmet ve dengeli bir mizan ile
Kudret ve Rahmet elinde tutan; Hakem İsmi’nin azim tecellîsi)
şu kâinâtı öyle bir kitab hükmüne getirmiş ki,
her sahîfesinde yüzer kitab yazılmış
ve her satırında yüzer sahîfe derc edilmiş.
Ve her kelimesinde yüzer satır mevcuddur.
Ve her harfinde yüzer kelime var.
Ve her noktasında
kitâbın muhtasar -öz- bir fihristciği bulunur bir tarza getirmiştir.
O kitab, sahîfelerine, satırlarına,
tâ noktalarına kadar yüzer vecihle nakkāşını
ve kâtibini öyle vuzûh ile -apaçık olarak- gösteriyor ki;
O kitâb-ı kâinâtın müşâhedesi –görülmesi-,
kendi vücûdundan yüz derece daha ziyâde
kâtibinin vücûdunu ve vahdetini -varlığını ve birliğini- isbât eder!..”
(Lem‘alar, 30. Lem‘a, 369-370)
“O hâlde içinizden, hayra da‘vet eden
ve iyiliği emredip kötülükten men‘ eden
bir topluluk bulunsun! Ve işte kurtuluşa erenler, ancak onlardır.”
(Âl-i İmrân,104)
“iyilik ve takvada yardımlaşın!..”
(Mâide sûresi, 2)
“Peygamber Efendimiz (ﷺ) teblîğ-i risâlette
ve nâsı –insanları- hakka da‘vette,
– “iyilik ve takvada- o derece metânet ve sebat ve cesâret göstermiş ki,
büyük devletler, büyük dinler, hattâ kavim ve kabîlesi
ve amcası -Ebû Leheb-
O(ﷺ)’na şiddetli adâvet –düşmanlık- ettikleri hâlde,
zerre mikdar bir eser-i tereddüd, bir telâş, bir korkaklık göstermemesi
ve tek başıyla bütün dünyaya meydan okuması
ve başa da çıkarması ve İslâmiyet’i dünyanın başına geçirmesi
isbât eder ki,
tebliğ ve da‘vette dahi misli olmamış ve olamaz!..”
(Şuâ‘lar, 7. Şuâ‘, 119-120)