“Nefis daima ıztıraplar,
kalâklar içinde evhamdan kurtulup tevekküle yanaşmıyor.
Hükm-ü kadere razı olmuyor.
Halbuki, şemsin tulû ve gurubu muayyen ve mukadder olduğu gibi,
insanın da bu dünyada tulû ve gurubu ve sair mukadderatı,
kalem-i kader ile cephesinde yazılıdır.
İsterse başını taşa vursun ki, o yazıları silsin
-fakat başı kırılır, yazılara bir şey olmaz ha!..”
(Mesnevi-i Nuriye)
Hz. Peygamber (ﷺ)’in
‘Dünya sevgisi her türlü hatanın başıdır’
buyurduğu üzere, dünya sevgisinin
her türlü afetin başlangıcı olduğuna delalet eder.
Dünya sevgisi bazen kişileri küfre ve sapıklığa da götürür…”
(Mefâtîhu’l-Gayb, XIV, 99)
Bir defasında Allah Rasulü (ﷺ) eline üç tane sopa aldı.
Birini önüne, diğerini yan tarafına, üçüncüsünü de uzak bir yere dikti.
Sonra ashabına hitaben:
– Bunun ne anlama geldiğini biliyor musunuz, diye sordu.
Ashab:
– Allah ve Rasulü(ﷺ) daha iyi bilir, dediler.
Bunun üzerine Rasulullah (ﷺ) meseleyi şöyle izah etti:
– “Bu (önümdeki sopa) insan, bu (yanımdaki sopa) eceli,
bu da (uzaktaki sopa) emelleridir.
İnsanoğlu emellerinin peşinden koşarken,
daha ona ulaşamadan eceli onu yakalayıverir!..”
(İhya, V, 116)
Resulullah (ﷺ) Efendimiz Ashâb’ı ile birlikte
pazar yerinde dolaşırken bir oğlak ölüsüne rastladı. Kulağından tutarak:
–”Hanginiz bunu bir dirhem mukabilinde almak ister?” diye sordu.
Ashâb:
–”Bundan daha az paraya bile olsa almayız. O bizim ne işimize yarar ki?” dediler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-:
–”Parasız verilse ister misiniz?” buyurdu.
–”Vallahi, esasen bu diri olsa bile,
kulaksız olduğundan dolayı kusurludur, ölü iken ne yapalım?” dediler.
Bunun üzerine buyurdular ki:
–”Vallahi, bu sizce nasıl kıymetsiz ve değersiz ise,
Allah’a göre de dünya bundan daha değersizdir.”
(Müslim)
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İnsanın gönlünü çeken kadınlar,
Oğullar,
Yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşler,
Salma ve güzel atlar,
Sağmal hayvanlar ve ekinler sevgisi insanlara hoş gösterildi.
Bunlar dünya hayatının geçici birer menfaatidir.
Oysa gidilecek yerin güzel olanı Allah katındadır.”
(Âl-i imrân: 14)
لَهُ الْمُلْكُ “Yani, “mülk umumen O’nun(ﷻ)dur.”
Sen, hem Onun mülküsün, hem memlûküsün, hem mülkünde çalışıyorsun.
Şu kelime, şöyle şifalı bir müjde veriyor ve diyor:
Ey insan! Sen kendini, kendine mâlik sayma. Çünkü sen kendini idare edemezsin.
O yük ağırdır; kendi başına muhafaza edemezsin,
belâlardan sakınıp levazımatını yerine getiremezsin.
Öyle ise,
beyhude ıztıraba düşüp azap çekme.
Mülk başkasınındır. O Mâlik hem Kadîrdir, hem Rahîmdir.
Kudretine istinad et; rahmetini ittiham etme.
Kederi bırak, keyfini çek. Zahmeti at, safâyı bul.
Hem der ki: Mânen sevdiğin ve alâkadar olduğun
ve perişaniyetinden müteessir olduğun ve ıslah edemediğin şu kâinat,
bir Kadîr-i Rahîmin mülküdür. Mülkü sahibine teslim et.
O’na(ﷻ) bırak; cefâsını değil, safâsını çek.
O’(ﷻ) hem Hakîmdir, hem Rahîmdir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir.
Dehşet aldığın zaman,
İbrahim Hakkı gibi “Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler” de,
pencerelerden seyret, içlerine girme!..”
(20.mektup)
” Resulullah (ﷺ) Efendimiz, Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
Her asırda benim ümmetimde sabikûn (önde gelenler) vardır ki
bunlara büdelâ ve sıddikûn ıtlak – her yerde, her toplumda, bilinmiş- olunur.
Haklarındaki inayet ve merhamet-i ilâhî o kadar boldur ki,
sizler de o sayede yer ve içersiniz.
Yeryüzü halkı için
vukuu tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla kaldırılır!..”
(Nevadir-ül Usûl)
İşte bunlar her haliyle başa gelenin Allah’tan geldiğine
hakkıyle iman etmekle,
imanın sırrına eren,
tevekkül ve teslimiyetinde ihlâsı etemmeye ermiş kimselerdir!..
Muhlis’dirler, Mûttâki’dirler, Zahid’dirler, Saîd’dirler!..