Eskiden sade yaşamak bir mecburiyetti; şimdi ise ulaşılması zor bir hayal gibi…
Kalabalıklar arasında sade kalabilmek, zihni gürültüden koruyabilmek neredeyse ayrıcalık oldu.
Bir sabah yürüyüşünde düşündüm bunu. Adımlarım sessizce ilerlerken, kafamın içindeki sesler hâlâ konuşuyordu. “Şunu da yapmalıydım, bunu da almalıydım…” derken fark ettim ki sadeleşmek önce zihinden başlıyormuş.
Hayatımın bir döneminde fark ettim: Etrafımdaki her şey fazlaydı. Fazla eşya, fazla renk, fazla seçenek… Sadeleşmek istiyordum ama bu, sadece evin içini düzenlemekle bitmiyordu. Asıl mesele, zihnimi sadeleştirebilmekti.
Bugün sade olmak bile neredeyse bir “lüks” haline geldi.
“Az ama öz” diye pazarlanan her şey, yüksek fiyatlı bir tercihe dönüştü. Minimalist mobilyalar, nötr tonlardaki kıyafetler, “doğallık” adı altında satılan ürünler… Oysa sade yaşamak sadece az eşyaya sahip olmak değil. Sadeliği satın alamazsın. O, ruhun bir duruşudur aslında.
Benim için sadeleşmek; sabah parka yürümek, kendi pişirdiğim kekle kahve içmek, telefonu bir süre kenara bırakıp sadece kuş seslerini dinlemek demek. Bazen bir buket papatya, bazen yürürken aklıma düşen bir fikir kadar basit şeylerdir lüks.
Sadelik, artık maddi olarak ulaşılması zor bir şey gibi gösteriliyor. Ama belki de gerçek lüks; gözün dışarıda değilken, içerde huzur bulabilmek.
Sessizliği sevebilmek. Bir anı sadece yaşayabilmek.
Belki de hep birlikte şunu sormalıyız:
Kalabalık içinde sade kalabilmek… Gerçekten bu çağın en büyük konforu olabilir mi?
Bir Yorum Bırakın